Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü 
Kızkardeşimin gelinligi, şehidimin son örtusü. 
Işık lşık, dalga dalga bayrağım, 
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. 
Sana benim gözümle bakmayanın 
Mezarını kazacağım. 
Seni selamlamadan uçan kuşun 
Yuvasını bozacağım. 

Dalgalandığın yerde ne korku ne keder... 
Gölgende bana da, bana da yer ver! 
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar! 
Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter. 

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün 
Kızıllığında ısındık; 
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün 
Gölgene sığındık. 

Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; 
Barışın güvercini, savaşın kartalı... 
Yüksek yerlerde açan çiçeğim; 
Senin altında doğdum, 
Senin dibinde öleceğim. 

Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim; 
Yer yüzünde yer beyen: 
Nereye dikilmek istersen 
Söyle seni oraya dikeyim!
   
  KARABÜK ALPEREN OCAKLARI
  NİZAM-I ALEM ÜLKÜCÜLÜĞÜ
 

NİZAM-I ALEM ÜLKÜCÜLÜĞÜ

Türk milletinin iç ve dış oluşumuna,
dilinin zenginleşmesine ve dolayısıyla edebiyatına, düşüncesine,
sosyal ve siyasî müesseselerine ve dünya görüşüne
bin yıldan beri İslâm şekil vermektedir.
Bugün yetmişküsür yıllık resmî Batılılaşma sürecine alternatif olarak,
bin yıllık müslüman tarihinden terkiblerle donanmış
bir çok yerli hareketlerin atak yaptığı bu ülke,
yarı yolda resmîleşenlere, sırf cemaat yapısıyla kalıp düşünce
ve siyaset alanlarında iştigal etmeyenlere ve yalnızca millî
ve İslâmî bir eğitim gayesi taşıyıp dünya görüşü, olmayan gruplara sahne olmaktadır.

Nizam-ı Âlem düşüncesi de,
bu sürecin içinde doğruyu,
yerliyi sürdürmek isteyen bir hareketin bu millet
adına oluşturmak istediği dünya görüşünün adıdır.
Nizam-ı Âlem hareketinin doğmasına sebeb olan faktörler farklılıklardır.
Kendine ülkücü dediği halde bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini ortaya koydular.
Çünkü, cüz-i irade yaptığı değerlendirmede bu neticeyi önlerine getiriyordu.
Başkalarının dümen suyuna girerek birşey yapılmayacağını,
düzenin bütün icaplarına uyarak alternatif olunamayacağını imanda
ve ihlasta en küçük bir ayrılığı olmayan insaların yalnızca
metodlarının farklılığından dolayı hasım görülemeyeceğini, kardeşlerimizin katillerine methiyeler dizip iktidar nimetlerinden faydalanmakla hizmette bulunulamayacağını,
Türkiye’nin kaderine hükmedecek bir itifakı
şahsi meseleler uğruna bozarak mü’minlerin ittihadına engel olmanın
hiçbir dava ile bağdaşmayacağını gören bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini idrak ettiler. Çünkü tekamül olmadan hizmet olmazdı
ve her ne hikmetse bir türlü tekamül edilemiyordu.
Ayrıca sürüp gelen ülkücülüğün leik ve Türkçü söylemle buluşması
ve dün karşı çıkılan herşeyi meşru kılmasıyla,
ölçülerinde ve ahdlerinde sadık olanlar için yol ayrımına gelinmişti.
İşte bu sebeblerle yeni bir metod
ve arkasından vicdanen müsterih bir kadro teşekkül etti.
İslâm’ın cevaz verdiği ölçüde milliyetçilik yapılanmasına
ve millîlik anlayışının İslâmî zeminde ifade edilmesi gerektiğine,
ayrıca devlet ve millet gibi temel kavramların bin yıllık tabiî,
kültürel akış içinde yeniden yorumlanmasına karar verenler,
Altı Ok’la buluşan ülkücülükten mahiyet olarak ayrılmış
ve Nizam-ı Âlem Ülkücülüğü yahut Alperenliği çatısında toplanmışlardır.

Allah (C.C.) indinde sahip olunan mesuliyetleri
yerine getirmek için ileri gitmenin başka bir yolu var mıydı?
Zerre kadar tavize müsamahası olmayan bir davada,
dağlar kadar taviz verilerek bir yere varmak mümkün müydü?

Herşeyden önce taşınılan fikir,
Nizam-ı Âlem Ülküsü olunca, risk, mesuliyet,
ilmî zemin ve derinleşme gibi vasıf ve görevleri beraberinde getirmektedir.
Osmanlı bakayası bir Türkiye’de "Nizam-ı Âlem" (Cihan düzeni),
"İ’lây-ı Kelimetullah" gibi Allah’ın adından neş’et eden her bir kavramı,
oluşu ve dolayısıyla İslâm’ı önce kendi vatanından başlamak üzre
yeryüzüne yaymak amel ve cihadıyla yola çıkmaya soyunmanın
"büyüklüğünü" ve zorluğunu anlamak bile bu yolda atılan bir adım olacaktır.
Unutulmamalıdır ki,
şahısların hiç bir önemi olamaz.
Şahıslar,
insan olmanın şerefine lâyık oldukları müddetçe baştacı edilirler.
Ama gaye edilemezler.
İnsan olarak herkesin mesuliyetinin aynı ölçüde olduğu bir yerde,
herkes kendi hesabını eksiksiz verebilmenin kaygısını taşımalıdır.
Ortak tavırlar da teşkilatı meydana getirir.
Ama herkes kendine cenneti garantilemiş gibi,
birilerinin hesabına çalışırsa ortada ne dava kalır,
ne de mücadele.

Allah (C.C.)’ ın kullarına açtığı rahmet kapılarından biri de,
böylesine ulvi davalara hizmet etmek imkânıdır.
Evet, hizmet etmektir yapılması gereken;
Hizmetcilik, himetkârlık.
Asla, efendilik değil.
Çünkü Allah (C.C.) yolunda ancak hizmetkar olunur, o da layık olunursa.
Maazallah, efendilik iddiası şirktir, küfürdür.
İnsanoğlu uğraşır, çabalar, aç kalır, uykusuz kalır ama asla neticeyi takdir edemez.
O takdir Cenab-ı Hakk’a aittir.
Esasen, kulların neticeyle ilgili mesuliyetleri de yoktur.
Kulu ilgilendiren sadece gayrettir, samimiyettir.
Nizam-ı Âlem davası,
bir rahmet kapısı olarak görülünce, mahiyeti ortaya çıkar.
Allah-u Azimüşşan, kullarını imtihan için bu dünyaya göndermiştir.
İmtihan, O (C.C.)’un emirlerine ve yasaklarına uymak
ve belirlediği hedeflere yürümekle verilir.
İşte ülkücü de, başarmaya gücü asla yetmese de,
Nizam-ı Âlem’e yürümekle mükellef olduğunu idrak eden kuldur.
Çünkü, mükellefiyet, başarma hususunda değil, başarmaya çalışmak hususundadır;
İslâm’dan zerre kadar ayrılmadan, ütopik saplantılara batmadan,
şuurlu, akıllı, kararlı, sabırlı ve doğru metodlarla.
Karınca misali, varamasa da yolunda ölmecesine.
Herkes kendine nasip edilen miktarınca mesuldür.
Okumamış yazmamış, dinlememiş duymamış, köyünden dışarı çıkmamış,
çoluk çocuğunun rızkını kazanmaktan başka bir dava tanımamış bir insandan,
bizim anladığımız mânâda Nizam-ı Âlem’e hizmet beklemek abesle iştigaldir.
O insanın Allah (C.C.) indindeki mesuliyetleri ancak kendi dünyası
içinde gördüklerinden, yaşadıklarındandır.
Fakat, herşeyin farkında olup da, bu mesuliyeti görmezlikten gelmek de,
Allah (C.C.) bilir ya, mel’unluğun ta kendisidir.
Bu ülkede ben müslümanım diyen insanlar artık Millî Şef döneminde yaşamıyor ki,
dinin ne olduğunu bilmesin.
Kur’an-ı ve Sünnet’i, helal ve haramı artık insanımız biliyor.
Ve bilmeyenler de öğreniyor.
Taklidî de olsa iman sahibi ise doğruya varıyor.
Dün içinde yer aldığımız ülkücü camia ve oradaki arkadaşlarımızla
şimdi bizi yani Nizam-ı Âlem Ülkücülerini ayıran fark,
Kur’an ve Sünnet’i,
helal ve haramı farklı anlayışımız değil, bu değerler karşısındaki tavrımızdır.
Bunun ilk kıvılcımı ise Nizam-ı Âlem mefkûresi karşısında takınılan tavır olmuştur.

Nizam-ı Âlem’i artık davamız olarak anlatmayacağız diyenler,
aslında Nizam-ı Âlem’i inkâr etmemişler, ancak bundan sapmaları;
kitlelerle buluşmanın önünde "kemiyet değil keyfiyet"
anlayışından vazgeçmiş olmalarından kaynaklanmıştır.

"Bizim İslâm’ın yayılması diye bir davamız yoktur,
ancak yayılmasının karşısında da değiliz" diyenler ifadeden de anlaşılacağı üzere,
İslâm’ın yayılmasına karşı oluştan değil,
kitleleşmek adına keyfiyeti terk edip tavır değişikliğine gitmiş olmalarındandır.

Bu tavır değişikliklerine karşı;
"kemiyet değil keyfiyet" tavrından vazgeçmeyenler, Nizam-ı Âlem deklarasyonunu yayınlayarak, kendilerini Nizam-ı Âlem Ülkücüsü olarak adlandırmışlardır.

İslâm’ı anlayış, kavrayış ve yaşayış farkımız ise,
daha özelde Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin farkı kendini Allah’ın (C.C.)
yeryüzündeki nizamının kurucusu ve kollayıcısı,
"fitne yeryüzünden kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar"
bozguncularla mücadelecisi, bulunduğu her yerde, her zeminde,
kulun ve Allah’ın (C.C.) hakkını gözeten mânâsına gelen tavrı gösteren "CUNDALLAH",
"Allah’ın (C.C.) Askeri" olması ile ancak ortaya çıkar.