Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü 
Kızkardeşimin gelinligi, şehidimin son örtusü. 
Işık lşık, dalga dalga bayrağım, 
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. 
Sana benim gözümle bakmayanın 
Mezarını kazacağım. 
Seni selamlamadan uçan kuşun 
Yuvasını bozacağım. 

Dalgalandığın yerde ne korku ne keder... 
Gölgende bana da, bana da yer ver! 
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar! 
Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter. 

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün 
Kızıllığında ısındık; 
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün 
Gölgene sığındık. 

Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; 
Barışın güvercini, savaşın kartalı... 
Yüksek yerlerde açan çiçeğim; 
Senin altında doğdum, 
Senin dibinde öleceğim. 

Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim; 
Yer yüzünde yer beyen: 
Nereye dikilmek istersen 
Söyle seni oraya dikeyim!
   
  KARABÜK ALPEREN OCAKLARI
  Milliyetçilik
 

MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞIMIZ

Kur’an’ı Kerim’de bu kelime on beş yerde geçmekte
ve istisnasız hepsinde "
Din" mânâsında kullanılmaktadır.

Millet kelimesi dilimizde galât-ı meşhur yani Arapça’daki
mânâsının dışında kullanılmaktadır.
Millet kelimesi dilimizde,
asırlarca beraber yaşamış, zulüm ve felakete beraberce göğüs germiş,
şan ve şerefi beraber istihsal etmiş,beraber ağlayarak beraber sevinmiş,
gelecekte ortak gayeye ulaşmak ve beraber muzaffer olmak için
yardımlaşan insanlardan meydana gelen, bir topluluk mânâsına kullanılır.

Millet (yani şa’b) kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir.
Hucûrat Suresi 13. ayette Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
"Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yaratttık.
Sizi milletler (şuûb) ve kabileler halinde koyduk ki birbirinizi kolayca tanı yasınız.
Şüphesiz Allah katında en değerliniz,
Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır."

Bir milletin etrafında toplandığı esaslara, milliyet unsurları denir. Bunlar da:
soy, din dil, vatan, tarih, kültür birliği,
gelecekte beraber bağımsız yaşama arzusu vb. olarak sayılmaktadır.
Bu esaslar, Durkheim’in tarifinden alınmıştır.
Bir topluluğun millet seviyesine ulaşması,
bütün bu esasların var olmasını gerekli kılmaz.
Etrafında toplanılan bu "esas" bazan
Fransa ile Çin’de olduğu gibi "kültür",
bazen Almanya’da olduğu gibi "ırk",
bazen Slav ve Arap âlemleriyle Romanya’da olduğu gibi "dil",
bazen ABD’de olduğu gibi "tabiyet" (vatandaşlık),

bazen Avusturya’da olduğu gibi "mezhep" ve bazen de İsviçre’de olduğu gibi "vatan" kavramından ibaret olabilir.
Bir camianın millet sayılabilmesi için bunlardan
herhangi birinin etrafında toplanmış olması yeterlidir.
Bu tariflerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
"Milliyet, bir toplumun bir araya gelmesine sebep olan içtimaî bir nefis,
bir vicdan demektir."
Belki de Durkheim’in kollektif şuur dediği, milliyetin kendisidir.
Irk ve kan milletin kabiliyeti değil,
bu kabiliyetin ortaya çıkmasına yarayan vasıtalardır.
Her milletin genişleme gücü o vicdanın şumûl derecesi ve külliliği ile mütenasiptir.
Dil dahi, ırk ve kandan ziyade bu vicdanın ifadesidir.
Din, bu vicdanın en şumûllü temelini, en büyük temelini oluşturur.
Bir toplumun dini ne ise, toplumsal vicdanı o;
toplumsal vicdanı ne ise, dini de odur.
Milliyetçilik ise, millet uğruna fedakârlığa verilen
isim olduğuna göre; bir toplumun milliyetçilik anlayışı aynı zamanda
onun dinî inancını temsil eder.
Milliyetçiliği bir ideoloji olarak takdim etmek,
bir topluluğun vicdanı olmaktan uzak ve sadece iyi ahlâktan
ibaret olan Hristiyan kökenli düşünürlerin marifetidir.
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz ki,
müslüman bir fert, İslâm’ın hayatın bütün meselelerine
izah getirdiğinin ve eksiklikten münezzeh olduğunun şuurunda
olması hasebiyle ayrıca kendisine ideoloji arama zahmetine katlanmaz.
İsterse bu ideoloji milliyetçilik adını almış olsa bile...

Bu şekilde bir milliyetçilik ideolojisiyle yola çıkanları,
Efendimiz (S.A.V.) kınamakta ve bu davaya asabiyyet adını vermektedir:
"Sırf soyu için öfkelenir, yahut sırf soysop davasına çağırır,
yahut (hak davaya değilde) kuru bir kavmiyet ve asabiyet
davasına yardım eder ve bu yolda öldürülürse,
işte böylesinin ölümü tam bir cahiliyet ölmüdür."
İnsanların kavimler halinde yaratıldığına yukarıda işaret etmiştik.
Ayrıca Cenab-ı Hakk, kavimlerin renk ve dillerinin ayrıldığı (Kum 30/22)
kudret ve varlığın delilleri olarak saymaktadır.
Demek ki insanlar milletler halinde ve fertlerde mensubu bulunduğu
milleti seven bir fıtrat üzerine yaratılmışlardır.
Nitekim Efendimiz (S.A.V.) "Kişi kavmini sever" buyurmakla
bu hakikate işaret etmiştir. Ayrıca Efendimiz "Sizin en hayırlınız,
günah olmayan işlerde kavmini müdafaa edendir."
Buyurmakla kavme yardımı teşvik etmektedir.
Fakat bu yardım ve müdafaanın sınırı bir başka Hadis-i Şeriflerinde
sahabeden bazılarının "Kişinin kavmini sevmesi asabiyet midir?"
diye sormaları üzerine şöyle açıklamıştır:
"Asabiyet, kişinin zulümde kavmine yardımcı olmasıdır.
" İmamı Şafiî bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır:
"Bir kimse kendisine helal olmayan (haram)
bir şeyi başkasına yüklememek şartıyla, kavmini,
başkasına tercih ederse, bu asabiyet değil sıla-i rahimdir.
Sevgide mekruh olan bir kimsenin zulüm, nesebe kötü söz söylemek,
asbiyet ve başka nesebe kin duymak gibi
Allah’ın haram ettiklerini başkalarına hamletmesidir;
Üstelik arada kötülük ve cinayet gibi bir sebep olmadığı halde...
Böylece kin, Allah ve Resulü’nün emirlerinin hilafına
(bir özrü olmaksızın), asabiyete dönerse, Allah’a isyan içinde olur.
Bunda kesinlikle te’vil olmaz.
Ve bu konuda müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur.
Kim kalkar bu şekil üzere devam ederse, şahitliği merduttur."

"Şeriatın çizdiği sınırlar içinde milletine yardım etmek yine İslâmiyet’in emrettiği şeydir.
Böyle hareket edenlerin elini öper, başımızın üstüne koruz.
Türk diline, sanatına, edebiyatına,
ticaretine hizmet edenler fevkalâde bir iş görmüş olurlar.
Din hakikatlerini -tıpkı bizim yaptığımız gibi- kendi dillerince neşretsinler.
"Biz, hiç bir peygamberi kavminin lisanından başka bir dil ile göndermedik.
Ta ki onlara hakikati anlatabilsin."
Ayet-i Kerimesi’nin işaretine bakarak bunu teşvik de ederiz.
Yalnız Türkler’e taraftarlık adına diğer müslüman kavimlere zulm etmesinler."

Buraya kadar yaptığımız açıklama ve nakillerden,
kişinin kavmini haksızlıkta olmamak şartıyla,
sevebileceğini ve onun milletine hizmetine sürükleyen
âmilin İslâmi motifli olması gerektiği anlaşılmış oluyor.
Yani bir topluluğu harekete sevk eden sebeb,
mutlaka dinî gayretten ileri gelmektedir.
Bu sınırlar dahilindeki milliyetçilik anlayışı meşrudur.
İslâm ile şereflenmiş milletlerin bu anlayışla hareket etmeleri beklenir.
Çünkü insanları birbirleriyle olan münasebetlerini
İslâm’a göre şekillendirmeleri şarttır. Bütün tavır ve tepkilerini
İslâm’ın düsturlarından almalıdırlar.
Sadece aynı soydan ve dildendir diye ırkdaşına taraftar
olmak yanlış bir anlayıştır. Zira İslâm’a göre, her fert,
en yakın kan bağıyla bağlandığı baba ve kardeşleriyle olan
münasebetlerinde bile, dinî inancı birinci plana çıkarmak zorundadır.
Bu hususu şu Ayet-i Kerime gözler önüne sermektedir.
"Ey inananlar! Babanızı ve kardeşlerinizi, küfrü imana tercih ediyorlarsa,
dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, o zalimlerden olmuş olur."

O halde rengini İslâm’dan almış bir milliruh ve seciyeye ulaşmak,
bu milliruhu İslâm’ın gösterdiği istikamete yönlendirmek en doğru yoldur.